/

Bayramoğlu: “O gözleri unutamadım”

Deniz Bayramoğlu, sohbet ederken notlar aldırtan bir entelektüel. Tanışıklığımızın; yaşadığımız yüzyılın en durağan dönemine denk düşmesi; keyifli bir kazanım oldu doğrusu. Bu renkli dostu daha da yakından tanımak istedim. Bir sabah sözleşip Galata’da buluştuk...

.
Bazen böyledir hayat.
Çok zaman önce aramızda sadece bir sıradağ varken, cesaret edip karşılıklı tepeleri aşsak, tanışacaktık belki de. Olmadı!
Büyüdük, kasabalarımızı terk edip, aynı rotada yollara düştük.
Bir büyük kentte sıkışıp kaldık derken, mesafeler kısaldı, sıradağlar kalktı aradan, tanıştık.

Onunla hayli geciken tanışmamızın özeti sanırım böyle.

Deniz Bayramoğlu, sohbet ederken notlar aldırtan bir entelektüel.
Bu nedenle -aynı ekipte, aynı işte- onunla geçirdiğim zamanı değerli buluyorum. Tanışıklığımızın; yaşadığımız yüzyılın en durağan, en belirsiz, en soluk dönemine denk düşmesi; benim için keyifli bir kazanım, şans ve sürpriz oldu doğrusu.

Bu renkli dostu daha da yakından tanımak istedim.
Bir sabah sözleşip Galata’da buluştuk.
Ortaya bu sohbet çıktı.

Deniz Bayramoğlu, Kürşat Okutmuş
Fotoğraflar: Tolga Başhan
Beyoğlu 2021

Karadeniz’den başlayalım istiyorum. Büyüdüğün ilçeden… Nasıl bir hayat karşıladı Deniz’i?

1980 darbesi sonrası… Darbe büyük kentlerde hayatı başkalaştırmış, hatta değiştirmeye başlamış diye duyuyoruz ama Rize Pazar’a henüz ulaşmamış. Babam emekli sağlık memuru, lojmanlarda yaşıyoruz. 8 daireli küçük bir lojman. Hemen hemen her dairede, aynı sosyo-ekonomik koşullara sahip aileler yaşıyor. Kışları Pazar’da, yazları yürüme mesafesinde köydeyiz. Köyde küçük bir ahşap ev ve bahçemiz var. Yaylamız Başyayla, Fırtına Vadisi’nin en tepesinde. Dağlar, zirveler, göller, vadiler, ormanlar. İşte böyle bir dünya karşıladı beni.

Küçük bir kasaba ama sundukları olabildiğince zengin…

Aynen öyle. Açık hava ve kapalı sineması vardı mesela. 4 gazete bayisi hatırlıyorum, sonra kitapçılarımız var. 10 bin nüfuslu bir ilçeden bahsediyorum ve bu saydıklarımın çoğu bugün yok maalesef! Erzurum, Kars ve Rize gibi kentlerle ilişkisi güçlüydü Pazar’ın. Farklı kültürler, farklı zenginlikler hemen yanı başımızdaydı. Bugünden dönüp bakınca, bütün bunlar büyük bir zenginlik bir çocuk için. Bugün kişisel olarak giriştiğim işlerde başarılı olmaya daha yakın hissediyorsam kendimi, bunu o çocukluk yıllarından edindiğim enerjiye, özgüvene borçluyum diye düşünüyorum.

Evden bahsedelim mi? Nasıl bir ev, neler var etrafta?

80’lerin objeleri sanırım baskın ve çok ortak. Sırt kısmı raflı, gözlü, kitaplı kanepeleri herkes hatırlayacaktır. Baş köşede televizyon. Salonun ortasında sehpa, üzerinde sigaralık, kül tablası… Divanlar, yüklükler, tel dolaplar. Televizyonun büyülü dünyası bir yana, bizim evde beni en çok etkileyen şeylerden biri enstrüman, diğeri ise kitaplardı. 3 erkek kardeşin en küçüğüyüm. Büyük abimle 10, ortanca ile 8 yaş fark var. Büyük ağabeyim bağlama çalar, bana da zorla söyletirdi. Zorla başlayan o serüven sonrasında bende tutkuya dönüştü. Sanırım diğer evlerden bizim evi ayıran sürekli yenilenen ve de zenginleşmeyi sürdüren kitaplığımızdı. Öğretmen komşumuzun devasa kitaplığından sonra en çok kitap bizim evdeydi ve bu büyük bir zenginlikti. Evimize günlük gazete, mizah dergileri ve çizgi romanlar girerdi. Bunlar evde herkes tarafından okunur, merakla beklenirdi. “Teksas Tommiks okuma, ders çalış” denmezdi mesela. O evde Milliyet Çocuk gibi onlarca süreli heyecana sahiptim.

Özgür bir çocukluk… O zaman evden çıkmak için izin almamıza da gerek yok… Dolaştırmayacak mısın?

Hay hay. Bahçeleri, hayvanları olan komşularımız var. Bahçelerin arasından yokuş aşağı koşup, hemen deniz kıyısına inebiliyoruz. Dediğin gibi sokağa çıkmak için izine gerek yok. Alabildiğince özgürsün. Bahçeler ve toprak zengin. Tek tek saymayayım ama mesela 10 çeşit armut var bahçelerde. Çok büyük şeyler gibi gelmeyebilir ama şanslıydık bence! Thomas More’nin ütopyası kadar olmasa da güzel, mutlu ve keyifli bir çocukluk dönemi geçirdim.

Hayatın anlamı ‘keşif’tir. Hayat bir keşif yolculuğudur. Özünü, kendini keşfedeceksin. Duygularımız, bize gitmemiz gereken yön konusunda ihtiyacımız olan her şeyi söyler.

O yıllarda İstanbul hayali var mıydı?

Yoktu diye hatırlıyorum. Her şey olması gerektiği gibi oldu galiba. Taşralı çocuk, üniversiteyi kazandı ve okumak için büyük kente gitti.

Bölümün Çevre Mühendisliği. Bu bilinçli bir tercih mi, yoksa…

Yok, bilinçli ve net bir hedefti. Almanya’da yurttaş insiyatifi ile başlayıp Yeşiller’e dönüşen ekolojik siyaset beni çok etkilemişti. Adı Yeşiller olan o çevreci hareketin tüm dünyayı etkisi altına alacağını, geleceği belirleyeceğini düşünüyordum. O nedenle bilinçli bir seçimdi. Tercihlerimde en üste yazmıştım ve daha da ötesi iyi bir çevreci olmak istiyordum.

Karşıladı mı okul beklentilerini?

Heyecanımı soruyorsan kırılması-dağılması uzun sürmedi. İstanbul Üniversitesi Çevre Mühendisliği Fakültesi Küçükçekmece Gölü’nün hemen yakınındaydı. Bir hocamız; “eğer bu gölün çevresindeki sanayileşmenin sağlamış olduğu artılar, gölün sağladığından kat ve kat fazlaysa gölü gözden çıkarabiliriz” dedi. Çevre Mühendisliği benim için o gün orada bitti. Belki o kadar önemsememeliydim ama gençliğin kırılganlığı ile bir hayli soğudum. Benzer yıkımlarda üst üste gelince, okuldan uzaklaştım. Sonra sonra 7 yılda bitirebildim zaten.

Üniversite yıllarında iş deneyimlerin oldu mu?

Hem de çok. Sultanahmet’te otel maceram var mesela. Komilikten, resepsiyona uzanan bir serüven. İletişim Yayınları tecrübem var. Kanal D’ye kitap satmaya gelirdim o günlerde. Sonra barlarda müzisyenlik yaptığım dönemler oldu. Doğrusu emekli babamdan para istemek hoşuma gitmezdi. O nedenle yapabileceğim her işi denedim. Sonra da biraz tesadüf, biraz merak sonucu gazetecilik yılları başladı.

Önce gazeteler, sonra televizyon…

Evet. Liberal Bakış, Yeni Yüzyıl, Sabah, Yeni Binyıl ve ardından CNN Türk. 20 yılın sonunda da Kanal D Haber.

Bir çırpıda söyledin ama dile kolay, CNN Türk’te 20 yıl görev yaptın. Ekonomi servisinde başlıyorsun ilk… Ekonomi servisini sen mi seçmiştin?

Evet. Niş bir alan istemiştim kendime. Gelişebileceğim, öğrenebileceğim, kendimi gösterebileceğim bir alan. Ekonomi gazeteciliği altın dönemini yaşıyordu. Bir iktisat öğrencisi kadar çalıştığımı, okuma yaptığımı söyleyebilirim. Konferanslara, kurslara katıldım. Sürekli kendimi yeniledim ve galiba iyi bir ekonomi muhabiri olduğumu söyleyecektir meslektaşlarım.

Daha sonra haber merkezine geçtin. Sıkıldın mı ekonomiden?

Sıkılmadım ama zamanla ekonomi bölümünde işler dar bir alana sıkışıp kalmaya başladı. Mali piyasalar, döviz, borsa… Bir noktada ekonomi gazeteciliği tatmin etmemeye başladı. İleri doğru bir adım daha atabilmek için haber merkezinin içinde olmam gerektiğine inandım. Yeni şeyler yapma zamanı geldi dedim ve haber merkezine geçtim.

O yeni şeylerden biri de Gündem Özel programı. Yerinin ayrı olduğunu söylersin hep… Neden bu kadar özel?

Çünkü o kadar keyifle geçirdiğim çok az dönem var. Böyle hissetmemin nedeni galiba o programla insanların hayatlarına bir şeyler katmış olmamdı. Daha da önemlisi kattığımı söyleyen insanların olmasıydı. Faydalı olmak ve bunu da 3-4 yıl gibi, uzunca bir süre yapabilmiş olmak keyifliydi. Bunu hem o yıllarda hem de bugün konusu açılınca yeniden birilerinden duymak, doğrusu kendimi iyi hissetmemi sağlıyor. Kibirden uzak bir şekilde ve o program özelinde, “insanlara faydalı olabildim” diyebiliyorum. Bu da harika bir duygu.

Sonra sahada da gördük seni. Sıcak ve zor bölgeleri deneyimledin. Biraz konuşalım mı sahayı?

Suriye’de iç savaş sürerken, kentler kuşatma altındayken bölgeye ulaşan ilk gazetecilerdendim. Ama baştan söylemeliyim ki, bir savaş muhabiri değilim. O arkadaşların emeklerine ve kariyerlerine haksızlık etmek, haddimi aşmak istemem. Ama evet sıcak bölgeye gittim, oradan izlenimler aktardım, o da dediğin gibi çok farklı bir deneyimdi.

Hüzün, muazzam eğitici bir elçi. Merhaba hüzün, ne söylemek istiyorsun diye sorabilen insana muazzam kapılar açar.

O günlerde, bölgede yaşanan birçok şeye tanıklık ettin. Unutamadığın anlar var mı?

İdlip’in güneyinde kurulan çadırlara iç göçle gelen Suriyelilerin manzarası hiç gitmiyor aklımdan. Mevsim kış, etraf buz kesiyor, sular donmuş. Çocuklar çıplak ayaklarıyla etrafta. İlaç yok, hastalık çok. O çadırlarda, bir kız çocuğu ile göz göze geldik, işte o gözleri unutamıyorum. Orada olduğum süre içinde bir saniye olsun yanımızdan ayrılmadı. Hiçbir şey yapamamış olmanın, o çocuğu öyle bırakıp dönmüş olmanın acısı benimle kaldı.

Sonra insanların evlerinin kapı ve pencerelerini, tuğlalarla örme telaşı… Dönemeyecek olsalar bile, belki bir gün geri döneriz, o süreçte kimse girmesin, kırıp dökmesin diye evlerine böyle önlem almışlardı. Umut duvarları diyorduk onlara. O evlerin sıralı, hüzünlü, kırık dökük manzarasını da hiçbir zaman unutamadım.

Türkiye ve çevresinde olan biteni izlemek çok yorucu olmalı…

Gören, hisseden insan için öyle, çok yorucu. Bir de gazeteciyseniz sadece yorucu değil, zor da bir bölge. İktidarların, erklerin her alanda habere ve şeffaflığa ciddi alerjisi var. Vicdan ortadan kalkar kalkmaz, edinilmiş gücü gazeteciye karşı rahatlıkla kullanabilme gibi kötü alışkanlıklar ve olanaklar var. Gazeteci dediğiniz de örgütsüz, sendikasız, arkasında pek de kimsesi olmayan, yalnız bir birey… Hem kurumsal hem de bireysel olarak diken üstünde! Hayatını kaybeden, öldürülen gazetecilerimiz var. Sosyal ölüme mahkûm edilen meslektaşlarımız var. Gücüyle tezat bir şekilde, kendi içinde kurumsallaşamamış bir sektör. Uzman ve tecrübeli muhabirlerimiz her geçen gün azalıyor. Belli bir yaşı devirenler, sunucu olabiliyorlarsa kalıyor, diğerleri veda etmek zorunda kalıyor. Dolayısıyla tüm bunlar, haberi takip ederken öncesi ve sonrasında ayağımıza dolanan büyük sıkıntılar.

Bir gazetecilik tarifin vardı… Her an tökezleyecek, başına iş açacak tekerlemeler gibi… Nasıldı o?

Türkiye de gazeteci olmak, şimşeklerin çaktığı, yıldırımların düştüğü, bardaktan boşanırcasına yağan yağmur altında bir gece vakti mayın tarlasında yürümek gibi bir şey!

Mayınlı bölgeye birazdan geleceğiz! Ama öncesinde meslek ustalarını analım istiyorum… Aklına onlarca isim gelecektir ama en özelini soruyorum…

Abdurrahman Yıldırım’ı söylemem gerekir burada. Ustamdır. Bana ekonomi gazeteciliğini öğreten, elimden tutandır. Ona bu anlamda çok şey borçluyum.

İlk büyük dersini hatırlıyor musun?

Unutmam mümkün mü? Halka arz edilecek bir şirketin tanıtım toplantısına gittim. İlk defa öyle bir toplantıya gidiyorum. Açıkçası biraz kendimi kaybettim. Acemiyim üstelik. Çok fazla haberle ilgilenmedim, çünkü meselenin ciddiyetinin farkında değilim. Berbat bir haber yazdım. Rakamsal bilgiler dışında neredeyse her şey eksik veya yanlış. Doğrusu ben olsam, o gün beni işten atardım. Haberi önüme koydu, “bu ne” dedi? Baktım, bir şey diyemedim, “haklısın ağabey” dedim. “Bir daha yapma” dedi. O gün fark ettim ki, bir daha böyle bir şey olmayacaktı. Bir defa hata yapma hakkım vardı, onu da o gün kullanmıştım.

Hiç kimse başka bir insanı yetiştiremez, sadece hedefini bulmasına yardım edebilir. Onu yetiştirecek en önemli kişi yine kendisidir. Çünkü sadece kişinin kendisi yirmi dört saat kendiyle beraberdir. Neye muktedir olduğunu en iyi kendisi bilir.

Senin elinden tuttuğun, yetiştirdiğin birileri oldu mu?

Yüzde yüz benim öğrencim diyebileceğim bir isim yok ama yardımım olduğunu söyleyebileceğim isimler var elbette. İlgilendiğim, yönlendirdiğim, öneriler sunduğum arkadaşlarım var. Çünkü ustalarımız bize anlattı, öğretti, yardımcı oldu. Bu bir borç ve meslekte olduğum sürece bu borcu ödemeye ben de devam edeceğim.

Birlikte çalıştığın ustalardan biri de Mehmet Ali Birand…

Evet. Baskın, güçlü, örnek aldığımız bir ustaydı. Ne mutlu ki, uzun yıllar birlikte çalıştık. Bir sürü iş öğretiyor, elimizden-kulağımızdan tutuyor, itiyor kakıyor, alkışlıyor, düzeltiyor, yayına alıyordu. Çok şey öğrendik kendisinden.

Büyük bir kariyer… Birden CNN Türk’e veda ediyor ve heyecanla Kanal D Haber’i sunmaya başlıyor. İzlerken, bir gün o ekranda olmayı hayal ettiğin oldu mu?

Doğrusu, Kanal D Haber’in gücünü zaten biliyorduk. Yanı başımızdaydı ve hissediyorduk. Ama Birand gibi bir ustanın da o ekrana heyecanla çıkması, Kanal D Haber’in çok önemli bir kariyer adımı olduğunu daha net anlamamı sağlamıştı doğrusu. Ve hayalini kurdum tabi ki, bir gün dedim, neden olmasın…

Derken o gün geldi… Ve Kanal D Ana Haberi sunmaya başladı. Nasıl, havalı bir duygu mu?

Havalı mı? Evet, kesinlikle öyle. Daha doğrusu öyle olmadığını kim iddia edebilir! Evet belki çok havalı bir şey ama bu sizin işin hava kısmına ne kadar değer verdiğinizle alakalı biraz da. Ben doğrusu sorumluluk kısmına takılıp kalanım. O kısmın üstesinden gelebildiğim sürece ne ala, sonrası “aman varsın havası da olmasın” diyenlerdenim. Çünkü ağır ve ciddi bir yük aynı zamanda. Her doğruyu her yerde söyleyemiyorsunuz ama orada söylediğim her şeyin doğru olması gerekiyor. Bir meslektaşımız, “gazeteci zaten bildiğinin ancak yüzde 80’ini söyleyebilir en iyi durumda” demişti. Doğrudur. Ekranda söylediğim her şey doğru olmak zorunda. Bu havalı olmasından daha çok, bence çok büyük bir sorumluluk.

Sorumluluk yükü dışında… Neler değişiyor o ekrana çıkınca?

Çok şeyi değiştiriyor olabilir ama kendi adıma, ben de hiçbir şeyi değiştirmedi. Sadece çalışma saatlerim, çalışma disiplinim değişti. Sokağı seven, sokakta olan, sokağa çıkmaya yüzü olsun isteyen bir insanım. Normal ve sıradan, işini iyi yapmaya çalışan, buna çok önem veren, değerleri olan, onları korumaya çalışan bir insanım. Ve memnunum bu halimden. Yani özetle böyle kalayım ben.

Reyting savaşları ile aran nasıl? Geriyor mu, heyecanlı mı kılıyor?

Reyting bir gerçek. Gerçekliğe karşı durmanın bir manası yok. Bu gerçek burada dursun ama üzerine konuşacaksak, haber kanalları açısından doğrusu sıkıntılı buluyorum, ana haber bültenleri için ise gerekli olup olmadığı konusunda emin değilim. Üzerine haylice düşünmek, tartışmak gerekir diye düşünüyorum. Ana haber bültenleri reytinge dahil olmalı mı? Doğrusu kararsızım bu konuda! Haber televizyonculuğu ile televizyon haberciliği farklı şeyler… Bu yarışta haberin içeriği kadar, kendisini de kullanıyoruz. İnsanlara o haberi izlettirmek için birtakım numaralar yapıyoruz. Dolayısıyla çok emin olmamakla birlikte; reyting kaygısı ve yarışı, haberde kaliteyi aşağı çeken bir şey gibi geliyor. Habercinin ve haber merkezinin başarısı ise işte o aşağı düşmeyi sınırlandırmakla, sınırlandırma gücü ve becerisi ile ortaya çıkıyor. Kanal D Haber merkezinin de bunu olabilecek mevcut koşullar altında en iyi şekilde yaptığını düşünüyorum.

Bazı günler haber öncesi saz çalıp, türkülere bırakıyorsun bir süre kendini… Bu sanırım sana kendini iyi hissettiriyor…

Kesinlikle öyle. Kısa ve özel bir mola, terapi aynı zamanda. Gençlik yıllarımda çalıp söylediğimi söylemiştim. Hala da o tutku devam ediyor. Saz ve bazen gitar çalıyorum. Ama gençlik yıllarında rock-punk yaptığım günlerde oldu. Müzik koskoca bir nehir, türler de onun kolları. Ben o kollardan birinin yanında büyümüş ve ağırlıklı olarak onun suyundan içmiş olabilirim ama o su ana nehirden geliyor. TRT’nin tüm sanatçılarına hayranım. Kazancı Bedih, Mahzuni Şerif, Neşet Ertaş… Yeni kuşaktan Seval Eroğlu, Cem Doğan…

Okumaya zaman ayırabiliyor musun?

Sıklıkla. İyi bir tarih ve bilimkurgu okuyucusuyum. Türk edebiyatında özellikle erken Cumhuriyet dönemine, sosyolojiye, siyaset bilimine ilgiliyim. Fena bir okur sayılmam yani.

Mentorluk hayatın her döneminde önemlidir ancak gençlik dönemindeki önemi yadsınamaz. Mentorun gerçek etkisi kurduğu sohbet içinde kendini gösterir; yalnız başkasıyla sohbet edebilmek için öncelikle kişinin kendisiyle sohbet etmesini bilmesi gerekir.

Vefatının ardından çok duygusal bir veda yazısı kaleme aldın.
Okumak isteyenler için yazının linkini buraya bırakıyorum…
Rahmetli Doğan Cüceloğlu ile geçirdiğin zamanı ve birlikte hazırladığınız kitabı da konuşalım istiyorum… “Yaşamın önemli boyutlarına ilişkin sorular soran ve bu konularda bir mentorla sohbet eksikliği çeken” okuyucuya ulaşmak istiyordu, öyle de oldu sanırım. Çok ciddi bir satış rakamına ulaştı…

Çok satması, okunması tabi ki güzel ama daha da ötesi, iyi ki yaptım, iyi ki o işin bir parçası oldum dediğim bir iş oldu. Bu nedenle çok mutluyum.

Doğan Cüceloğlu, Deniz Bayramoğlu
Fotoğraf: Ozan Güzelce

Kendisini tanıma fırsatım olmadı. Bu süreçte hayli uzun zaman geçirdin. Nasıl biriydi Doğan Cüceloğlu?

Özü sözü bir insan tanımı vardır ya, bu tanımı insanlar için zaman zaman kullanırız ama yüzde yüz kimseye oturmaz. Herkesin özüyle sözü arasında muhakkak bir fark vardır. Kötü bir şey söylemiyorum, insanız yani, bu bir olgunluk seviyesi. Tecrübe ettiğim zaman diliminde, özü ve sözünün uyumu konusunda bir tek aksi örneğe rastlamadım. Dolayısıyla benim açımdan, bir kutup yıldızı oldu. Kendi inandığı doğrularla yaşamaya çalıştığını, buna özel bir önem gösterdiği ve de çaba harcadığını çok net gördüm.

Karşısında zorlandığın oldu mu?

Doğan hocadan bahsediyorsak, zor biri değildi. Bilgisi, tecrübesi ise deryaydı. İşte orada zorlandım. Çok özel bir alan psikoloji. Konuştukça isimler, teoriler… Dünya bilgi sunuyor size. Onlarca not alıyor, sonra dönüp çalışıyordum. Hoca şu konuda şöyle bir örnek verdi ama aslında tam olarak ne demek istedi? Söylemlerin geniş çerçevelerini çıkarıyordum sürekli. İşte bu ve benzeri detayları düşünürsek, elbette zorlandığım zamanlar oldu. Doğrusu gelişmeme çok katkısı olan bir süreçti benim için.

Var mısın?
Kronik Kitap

Kitap özelinde; düşündürüyor, anlamlandırıyor, hatırlattıklarıyla şaşırtıyor ve onlarca öneri sunuyor… Kitapta seni en çok etkileyen öğreti hangisi oldu?

“Kendimle daha erken tanışabilmiş olmayı isterdim” mesela. Sonra “Savaşçının en büyük gücü, onun niyetinin saflığındadır” diyor bir Kızılderili bilge. Bu söz, hocanın “Savaşçı” isimli kitabının da özeti aslında. O kitabını okumamıştım öncesinde. Kitabın hazırlık sürecinde okudum ve gördüm ki, hocanın hayat felsefesi Savaşçı isimli kitabında yazdıkları. Öyle ya, temelde her şeyi belirleyen niyetlerimiz. Harekete, eyleme geçmeden önce niyetin saf ve temiz olması adına gösterilen çaba ve gayret çok değerli. Bir şey yapıyorum ama niye? Amacım ne? Ne elde etmek istiyorum? Eğer bu durumu ahlaki bir temele oturtabiliyorsam ya da değerlendirdiğimde bir yanlış bulamıyorsam, o zaman yapalım diyorum. Ve ötesi, böyle bir başlangıç insana itici bir güç de veriyor doğrusu. Ben de çekip aldım o öğretiyi… Hayatımın ilk adımlarına, başucuna koydum.

Nehir söyleşi hayli revaçta bu günlerde… Kötü örnekleri de çok fazla! Sevdiğim, inandığım birçok değerli ismin “nehir söyleşi” adı altında heba edildiğini görüyorum…

Haklısın. Kötü örnekleri var maalesef. Konuşulmuş, hiçbir düzenleme yapılmamış, doğrudan deşifresi konulmuş… Beni de çok endişelendirdi başlarda ama neyse ki böyle bir şey olmadı. Konuşmalarımızın tahminen dörtte biri kitaba aktarıldı. Her bir satırı yeniden yazıldı, üzerine düşünüldü, elden geçirildi. Sonra Doğan Hoca okudu, ben okudum, editörler okudu. Hem Doğan Hoca “böyle bir şey yaparsak Deniz’le yapalım” dediği için, hem de içine girip o koca denizde yol aradığım için, iyi ki yapmışım, içinde olmuşum dediğim bir iş oldu.

“Var mısın” için bir kişisel gelişim kitabı diyemeyiz değil mi?

Diyemeyiz. İçinde kişisel gelişime katkı sunacak birtakım öneriler bulunsa da o sınıfta değerlendirilecek bir kitap değil. Doğan Hoca kitapta tecrübelerini paylaşıyor. Ama illa da bir tanımlama gerekiyorsa, hocanın bilimsel çalışmalarına dair, -ki maalesef öyle denk geldi- hayatının sonlarına doğru yapmış olduğu bir muhasebe, bir konuşma bu. Hayatım boyunca ne anlatmaya çalıştım? Uzunca ve değerli bir hayattan damıtılmış, örneklerle desteklenmiş, kişisel bir muhasebe.

Kullanmadığınız bölümler var dedin… Devamı olur mu?

Yayınevinin ikinci bir kitap düşüncesi var ama ben çok taraftar değilim. Çünkü ortaya çıkan eserin, yapmaya çalıştığımız şeyin ruhunu yeterince yansıttığını inanıyorum.

Sence Doğan Cüceloğlu yaşarken hak ettiği saygıyı, sevgiyi gördü mü?

Kendisi ulaşabildiği, etki yapabildiği alandan memnundu. Daha da geniş olmasını istiyordu ama “en azından bazı insanlara ulaşabiliyorum” diyordu. Tabii böyle insanları bizim pamuklara sarıp saklamamız lazım. O çerçeveden bakınca asla yeterli ve hak ettiği değeri gördüğünü söylemek mümkün değil. Sevgi ve saygıyı gördüğünü, kıymetinin ise yeterince anlaşılamadığını düşünüyorum.

Doğan Hocanın “Biliyor musunuz, kendimi sürekli ihmal etmişim. Ömrümün sonuna geldim, ben ne zaman yaşayacağım?” iç döküşü, soruşu beni çok etkiledi. Sanırım elimizin altından kayıp gidenin farkına vardığımızda, hepimiz aynı soruyu soracağız. Mesela sana hemen sorayım. Deniz ne vakit kendine zaman ayıracak?

Şu işler güçler bittikten sonra var bizim de bir hayalimiz…

Mesela…

Geri kalan ömrümün tamamını, bir sandalet, kısa bir şort, yırtık bir tişört, kafamda hasır bir şapka ile geçirebileceğim bir yerde yaşamak mesela.

Karadeniz olabilir mi?

Çok isterim ama iklim çok zor. Hiç vazgeçmem, her yıl mutlaka giderim ama daha ılıman bir coğrafya hayal ediyorum. Çok soğuk olmayan, az yağmur alan, ılıman, sakin.

Bu tarif seni Kuzey Ege’ye götürür…

Kısmet.

Kürşat Okutmuş

Journalist Author.
TV News Editor.

Düşünceni Paylaş

Your email address will not be published.

Önceki Hikaye

En hüzünlü manşetler o gün atıldı

Sonraki Hikaye

Rugül Serbest ya da ‘bir başkası’…

Medya

3 Dakika 49 Saniyede 2020

2020’de dünya gündemine hangi olaylar damga vurdu? Salgın, yangın, patlama, ölümler? RTS'de yayımlanan “52 Minutes” adlı

Kapakta “bilim” var!

Der Spiegel'in ardından dünyanın en prestijli haber dergilerinden biri olan Time da, bilim insanları Prof. Dr.