Bir adanın hüznü, bir okula sığar mı?

Rum komşulara aşina olsa da Melike Çapan Gökçeada'ya ilk kez 2018 yılında gidiyor. Dereköy'ü gördüğü andan itibaren de hikayesini merak ediyor. İnsanlarla konuşuyor. Doküman topluyor habire. Araştırması onu 1964 yılında yaşananlara, Rumlar'ın göç hikayesine götürüyor…

Bir adanın hüznü, bir okula sığar mı? Cevabı, daha doğrusu cevaplardan bir kaçı hayli zamandır Fener’de, Yuakimion Rum Kız Lisesi’ndeydi ama bir türlü zaman ayırıp gidememiştim. 24 Kasım serginin son günüydü… Okul kapısına vardığımda fark ettim ki, bazı alışkanlıklar hayat boyu peşinizi bırakmıyor… Okula da hep böyle geç kalır, “geç kağıdı” telaşına düşerdim. O panikle girdim sınıflara.

Öğretmen azarından daha sertti bu kaydı tutulan belleğin.

Yüzleştim.

Bu sadece 60 ve 70’li yıllarda İmroz’u (Gökçeada) terk etmek zorunda kalan Rum’ların değil, hepimizin dağılış hikayelerinden biriydi…

Onlar gitmiş; anıları, sesleri, fotoğrafları, eşyaları birer kara bulut gibi kalanların üzerine çökmüştü.

Gazeteci Melike Çapan; toplayıp bir araya getirmiş, hatırlatmış, sonunda da bir umuda bağlamıştı: Yeniden Buluşacağız.

Gitmeyi değil kalmayı…

Hatta dönmeyi, yeniden bir arada olmayı müjdeliyordu bu umut.

Gazeteci Melike Çapan’ın bir Balatlı olduğunu bilmiyordum. Üstelik bu son zamanların modası ile bir sürükleniş değildi. Ailesi dört nesildir Fener’de yaşıyor. Artı Gerçek’ten Elif Türkölmez’e konuşan Çapan, köklerini ve Fener’den kopamama hikayesini şöyle anlatıyor:

Melike Çapan, Kürşat Okutmuş

“Dört nesildir İstanbulluyum. Köklerim Karadeniz’e dayanıyor ama oraya karşı bir aidiyetimiz yok. 1920’lerde göçüp gelmiş büyükler. Yerimize yurdumuza dair bize aktarılan bir kültür yok. Sadece evde hamsi tuzlama ve lakerda olurdu, kıştan kurutulurdu. Tek bildiğimiz bu. Annem, babam; 1920’lerden beri Fener’deyiz. Babaannem ve anneannem çocukluk arkadaşı. İlk evimiz hala durur. Anneannem ve babaannem yaşadıkları sokaklara, mekanlara bağlı kadınlardı. Onlardan bana geçen de bu sanırım. Ben de Fener’den kopamıyorum.”

Fener’de yaşayan ailesinin Rum komşularla ilişkisine de değiniyor Çapan:

“Anneannemin arada söylediği birkaç Yunanca kelime hatırlıyorum. Rum komşularından öğrendiğini söylerdi. Bir de 1955’te Rum komşularına bayrak verdiklerini söylemişti evlerine saldırmasınlar diye. Anneannemin komşuları çoktan gitti. Bugüne kadar yazdığım her yazıda ya da bugün bu sergide Rumlar kadar kendi hafızamızı da kayıt altına alıyorum. Hikayelerimiz ortaktı. Aynı masalara oturduk, aynı tanrıya yakardık, aynı oyunları oynadık. Şimdi bir gün yeniden bulaşacağımıza inanıyorum. İşte bu sergi de bu yüzden var.”

Rum komşulara aşina olsa da Çapan’ın Gökçeada’yla tanışması çok eski değil… İlk kez 2018 yılında gidiyor. Adanın en batısında yer alan Dereköy’ü gördüğü andan itibaren de hikayesini merak ediyor. İnsanlarla konuşuyor. Doküman, bilgi, fotoğraf topluyor habire. Okumalar yapıyor.

Araştırması onu 1964 yılında Gökçeada’da yaşananlara, Dereköylü Rumlar’ın göç hikayesine götürüyor…

“Her bir taşı, her bir ağacı ve yıkılmış evleriyle Dereköy 1964’ün hafızasıydı… Adayı sürekli ziyaret etmeyi, insanlarla iletişim kurmayı sürdürdüm. Sohbetler keyifliydi ama ne zaman konu 1964 yılında yaşananlara gelse, herkesin yüzündeki ifade değişiyordu. Doğrusu konuşmak istemiyor, geçiştiriyorlardı bu konuyu. Buna ister korku, ister unutma isteği deyin… Belki de hepsi vardı.”

İşte onu harekete geçiren bu duygu oluyor.

Sayısız belge-fotoğraf tarıyor, yaşlı nüfusun hafızasını, anılarını toplamaya başlıyor.

Ortaya da işte belge niteliğinde bu sergi ortaya çıkıyor.

Sahi, 1964 yılında neler yaşandı, kara bulutlar nasıl çöktü adanın üzerine?

Sergi tanıtım metninde, o yıllar şöyle özetlenmiş:

Gerginleşen Kıbrıs politikalarının sonucu olarak 1964’te Yunan pasaportu olan ve sayıları 10 bini aşan Rum’un sınır dışı edilmesi kararı, İstanbul’un yanı sıra Gökçeada’da yaşayan Rumlar için de zorlu bir zamanın başlangıcıydı.

Nüfusunun büyük bir çoğunluğu Rum olan adada 1964 yılı itibariyle başlayan ve 1974’te daha ağır sonuçlar doğuracak Türkleştirme politikaları uygulanmaya başlandı. 1964 yılı itibariyle sırasıyla adaların kadastrosunun yapılması, modern bir caminin inşası, açık tarım cezaevi tesisi, devlet üretme çiftliği, yatılı ilk öğretmen okulu kurulması ve bir jandarma er eğitim taburu intikali planlandı ve uygulandı.

Bununla sınırlı kalmadı. Okullar kapatıldı, tarımla yaşayan halkın arazileri istimlak edildi. Geriye sadece ellerinde kalan evleriydi. Sonra mahkumları getirdiler ve İmroz için yaşanmaz günler başladı. O sarı üniformalı insanlar hala hafızalarda.

Yerli halk arazilerini kaybetti, ana dilde eğitim hakkını kaybetti ve en son vatanım dediği İmroz’da sahip oldukları en güzel hissi, huzuru kaybettiler. Onlar için gitme vakti gelmişti. Gittiler. Ancak hep geriye dönmeyi düşündüler.

Yeniden Buluşacağız sergisi, 1964’ün kara bulut gibi üzerlerine çöktüğü İmroz halkının hikayesini anlatmaktadır. Sergi içerisinde yer alan belgeselde İmrozlular 1964 sürecinde yaşadıklarını, adalarını nasıl terk etmek zorunda kaldıklarını anlatırken, gitmeden önce nasıl bir hayata sahip olduklarını 1964 öncesine ait fotoğraflarıyla sizlere anlatıyor.

Her daim kalabalıklar içinde beraber olmayı seven bir toplumun tesbih taneleri gibi nasıl dağıldığına tanıklık ederken onların hikayesinden geriye kalan eşyaları görebilirsiniz.

Resmi tarih yazımında yer almayan İmroz’da uygulanan eritme programına karşı bir bakış açısı sunan Yeniden Buluşacağız sergisi yaşanan acıların belleğe kaydını aynı zamanda da yüzleşmeyi amaçlamaktadır.

Son olarak Melike Çapan, sergiyi İmroz’a ve Yunanistan’a da taşımak istediğini söylüyor.

O zaman, bir kez daha o umuda sarılıp tekrarlayalım:

Yeniden buluşacağız.

Kürşat Okutmuş

Journalist Author.
TV News Editor.

Düşünceni Paylaş

Your email address will not be published.

Önceki Hikaye

Cendere’de ‘Akışın Tanığı’ bir güzel

Sonraki Hikaye

Kütüphaneli Ormanın Hikayesi

Yazı

Rehberimle Kaleiçi’nde

Sokakları ve evleriyle hep renkli kalabilen Kaleiçi için, bir derginin “eskimeyen gramafon” benzetmesini anımsıyorum : Yani

Adanalı Fellini

Lisede okulu terk eder ve sevdiğine şiirler yazmaya başlar. Bu merak onu gazete satıcılığına kadar götürür.